Yazılarım, Zihinsel Atıştırmalıklar

İçimizdeki Çocuk

Günümüz iş dünyasında, üzerinde en çok kafa yorulan, en çok önemsenen ve üzerinde eğitimler verilen konuların başında, daha yaratıcı olmak, yeni ve farklı fikirler üretmek, hayal gücünü ortaya çıkarmak, meraklı olmak, rahat sosyal ilişkiler kurmak, güçlü bağlar oluşturmak geliyor.

Peki, yaşam sürecimize baktığımızda, bu açılardan en başarılı, en etkin olduğumuz dönem hangisi sizce?

Yanıt çok net; çocukluk dönemi.

Kendimiz gibi olduğumuz, kendimizi en rahat ifade ettiğimiz, sahip olduğumuz becerileri, içimizde mevcut olan özellikleri en rahat ve doğal şekilde hayatımıza yansıttığımız dönem çocukluktur. En meraklı olduğumuz, en çok soru sorduğumuz, öğrenmeye en açık olduğumuz, hayal gücümüzün en kuvvetli olduğu, en rahat arkadaşlık kurabildiğimiz, en kolay eğlenebildiğimiz, en yaratıcı olduğumuz, en cesur olduğumuz günleri çocukken yaşarız. 

Bu ne tuhaf bir çelişki değil mi?

Doğumla birlikte doğal olarak sahip olduğumuz, fabrika ayarlarımızda olan bir çok özelliğimiz, ara dönemde törpülenip, köreltilip, bastırılıp, engelleniyor. Sonra da, yaşamımızın ileri dönemlerinde bunları tekrar ortaya çıkarmak, geri kazanmak için yoğun bir enerji, zaman ve para harcıyoruz.

Peki ne oluyor da, çocuklukta sahip olduğumuz bu özellikler, ilerleyen yaşlarda yavaş yavaş kayboluyor?

Sanırım bu sorunun yanıtı, bu süreç zarfında içinde olduğumuz aile ortamı, sosyal çevremiz ve eğitim sisteminde saklı. Özellikle eğitim sistemi bu konuda en büyük sorumluluğa sahip diye düşünüyorum. Elbette, ergenlik, eğitim süreçlerinden çıkan yorgun, kısıtlanmış, kalıplara sokulmuş bireylere son darbeyi de, kurumsal hayat vuruyor.

Sir Ken Robinson, benim bu alanda fikirlerine en saygı duyduğum kişilerin başında geliyor. Henüz seyretmediyseniz, ilk fırsatta TED bünyesinde yaptığı 2 konuşmayı dinlemenizi tavsiye ederim. İki videoya aşağıdaki linkler üzerinden ulaşabilirsiniz.

Eğitim Ölüm Vadisinden Nasıl Kurutulur?

Okullar yaratıcılığı öldürüyor mu?

Ken Robinson, eğitim sisteminin içinde bulunduğu durumu ve genel yaklaşımı çok net ortaya koyuyor. 2006 ve 2013 yıllarında gerçekleşen bu 2 konuşmayı dinlediğinizde, kafanızdaki resim çok daha net hale gelecektir.

Sir Ken Robinson, bu konuşmalarında çok mesaj veriyor, ama bana göre en çarpıcı olanı şu; çocuklar öğrenmeye, gelişmeye zaten hevesli ve açık. Öğretmenlerin onlara bir şeyler öğretmek için baskı kurmasına gerek yok. Eğitim sisteminin tek yapması gereken, onların içlerinde zaten mevcut olan yetenekleri, potansiyeli, öğrenme arzusunu, merakı ortaya çıkaracak iklimi oluşturmak.

Oysa bizim yaptığımız, standart müfredatlar oluşturup, ezbere dayalı bir yapıda herkese aynı kalıpları öğretmeye çalışmak, çocukları standardize etmek, ölçümleme ve sınav sistemine dayalı bir rekabet ve yarış ortamına sokmak.

Okul ve öğrencilik dönemi, çocukların en mutlu, en keyifli, en cıvıl cıvıl olması gereken yıllar. Ama çocukların okula koşarak, sevinçle, istekle gittiğini görmek maalesef pek olası değil.

İş dünyası ve çalışma ortamı için de benzer bir durum söz konusu diye düşünüyorum.

Öğrencilik dönemimizde, iyi bir üniversite eğitimini hızla tamamlayıp, çalışma hayatına bir an önce başlamak için hepimiz can atmışızdır. Yıllarca kendimizi hazırladığımız, içine girmek için hevesle beklediğimiz çalışma ortamı, kısa bir süre sonra tüm sihrini kaybediyor bir çoğumuz için.

İş dünyası, bireyleri mezun oldukları bölüm ve kariyer deneyimlerine göre etiketleyip, belirli standart kalıp ve uygulamaları empoze etmeye dayalı, stres, hedef baskısı ve koşuşturmaca dolu bir sistemin içine sokuyor.

Sonra da çalışanları, “kariyer planlaması” denen rekabet ve yarış döngüsüne hapsediyor. Böyle olunca da, aslında bireylerin içerisinde doğal olarak var olan mükemmel özelliklerin ortaya çıkmasına, filizlenmesine, yeşermesine fırsat tanınmıyor. Tam tersine, onları kurumsal hayatın içerisindeki kurallar, alışkanlıklar, önyargılar, kalıplar içine sıkışmış bir çalışma ortamına hapsediyor.

Ken Robinson’un konuşmasında bahsettiği “Dead Valley” örneği, ilk dinlediğimde beni  çok etkilemişti. Amerika kıtasının en sıcak, en az yağış alan ve çöl koşullarına sahip olan bölgelerinden birisi, Nevada yakınlarındaki “Dead Valley”, yani Ölü Vadi adındaki bölgedir. 2005 yılı Mart ayında burada çok ender rastlanılan bir tablo ortaya çıkıyor.

O tarihte vadiye gidenler gözlerine inanamıyor. O yıl doğru zamanda yağan yeterli yağmur ve ideal rüzgarın yarattığı mükemmel iklim koşullarının etkisiyle, kuru toprakla kaplı çölde rengarenk çiçekler açıyor. Yani aslında Ölü Vadinin, ölü olmadığı anlaşılıyor. Toprağın altında yeşermek, filizlenmek için doğru iklimi bekleyen tohumlar, ideal koşullar ortaya çıktığında, çöl gibi görünen toprağın altından fışkırıyor ve inanılmaz güzellikte bir tablo oluşturuyor. 

Bir çok kurum, finansal performans hedeflerinin peşinde, emir ve kumanda zinciri içerisinde organizasyonel süreçleri yönetmek sevdasına kapılmış durumda.

Böyle olunca da, bireylerin içlerinde mevcut olan güzellikler ortaya çıkamıyor ve içine girilen stres, yoğunluk, baskı, sanki çöl toprağı gibi kurak bir  görüntü oluşmasına sebep oluyor.

Oysa, bir liderin odaklanması gereken en önemli görevin, organizasyonun ve bireylerin içlerinde zaten mevcut olan yetenekleri, potansiyeli hayata geçirmelerine imkan verecek iklimi yaratmak olduğunu düşünüyorum.

Hepimizin, içimizde mevcut olan merak, hayal gücü, eğlence, yaratıcılık, cesaret gibi özelliklerimizi, yani içimizdeki çocuğu ortaya çıkaracak doğru iklimlere kavuşması dileğiyle….   

 

Copyright © 2015 · Okan Utkueri

www.okanutkueri.com sayfalarında yayınlanan tüm içerik hakları Okan Utkueri’ye aittir.

Beğendiyseniz Lütfen Paylaşın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir